3 Mart 2008 Pazartesi

Bir düş misali, Gökova...

Şu sıralar çok ilgi gören bir yeri merak ediyor ve rotamızı muhteşem olarak tanımlanan mekana çeviriyoruz. Burası Marmaris yolu üzerinde yer alan küçük bir kasaba. Adı, Gökova Körfezi...
Yolda giderken arka arkaya geçtiğimiz sık ve zorlu virajlar sonrasında her an kucaklaşacakmışız hissine kapıldığımız muazzam bir manzara var önümüzde. Tam karşımızda salınan uçsuz bucaksız deniz inanılmaz güzel. Gökyüzü, ağaçlar ve lebiderya bir manzara. Saatlerce orada kalmayı hayal ederken tam tepemizde bizi hiç yalnız bırakmayan kavurucu güneş, bize unutmaya çalıştığımız sıcaklığı hatırlatıyor. Böylelikle sıcaklardan daha uzaklara gitme arzusuyla arabamızı bu olağanüstü tepeden aşağıya doğru yönlendiriyoruz. Ve birbiri ardına sıralanmış Okaliptusların arasından geçerek Gökova Körfezi’nin kıyısına iniyoruz. Akyaka’ya...
Küçük bir yer olan Akyaka, önceleri pek bilinen bir yer değilken daha sonra Belediyenin Akyaka turizmini geliştirici çalışmaları ile 1992 yıllarında kendini göstermeye başlamış. Bugün bir çok turistin ilgi odağı olduğu bu güzel yerde en dikkat çeken özellikler; tabiki deniz, kum ve ormanlık alanı. Bir de balıkçılık.
Küçücük limanı ise köyün merkezinde yer alıyor. Çeşitli balıkların bulunduğu bu yerdeki restorantlarda balıklar, çeşitli otlar, köy ekmeği, leziz yemekler yemek mümkün. Diğer yanda burada bulunan evlerin mimarisi çok değişik. Evler bitişik değil. Genellikle ahşap. Kirişler ve işçilik muhteşem. Evlerin dışında hep süsleme ve işlemeler kullanılmış. Son derece modern bir görünüme sahip bu evlere her baktığımızda geçmiş zamanın izlerine de rastlıyorsunuz. Bu evlerin mimarisinin kime ait olduğunu sorunca öğreniyoruz ve aynı zamanda şaşırıyoruz Çünkü Bu evlerin mimarı olan Nail Çakırhan, mimarlık konusunda hiç bir eğitim almamış. Ancak, bu evlerin mimarisiyle 1983 yılında Ağahan mimarlık ödülünü kazanmış.
Ilık ve temiz bir havaya sahip olan Akyaka tek tek herkesin ruhuna değen güzel bir yer. Yumuşacık kumu ve denizi çok rahatlatıcı. Denizi, doğayı ve ormanı bir bütün olarak bir arada görmek çok güzel geliyor insana. Görsel açıdan muazzam doğası ile kendini belli eden bu körfezin her bucağı ayrı bir macerayı içinde barındırıyor. Akyaka köyünde konaklayabileceğiniz ve yemek yiyebileceğiniz bir çok yer var. Ancak Bu köye bağlı bir yer var ki o da Akyaka köyü Orman Kampı. Burası Orman Bakanlığı’na ait bir piknik alanı. Son derece dinlendirici bir yer.
Gökova Orman İşletme Şefliği olarak geçen bu mekanda 2001 yılında 2, 3 günlüğüne arkadaşlarımla çadır kurma şansımız olmuştu. Kısacık bir zaman diliminde Doğanın içinde yaşamanın ve uyumanın, kayalıkların arasından yürüyerek denize inmenin, yüzmenin, tadını çıkarmıştık. herkesin çadır kurabileceği bir alan, isteyen karavanıyla da gelebiliyor ya da sadece piknik amaçlı da kullanılabiliyordu. Ayrıca bu orman alanın içinde ailece kalabileceğiniz yerlerde mümkün. Ormanın içinde yer alan ve bungalaov tarzıyla yapılmış olan bu ahşap evlerden hem ormanı hem de ağaçların arasından tüm doğayı görebiliyorsunuz. Diğer yanda kampa ait küçük restoranlarda otururken tepeden denizi ve doğayı izlemek de çok keyifli. Öyle ki bazen denizin içinde yüzen balıkları bile görebiliyorsunuz. Ancak hava karardığı zaman mekan sessizleşiyor, karanlık her yeri kaplıyor. Her ne kadar lambalar yanıyor da olsa sessizlik mekanın geneline çöküyordu. Ancak çadırların arasından yükselen gitar ve söylenen şarkılar yalnızlığımızı hafifletiyordu. Sabahları kuşların sesiyle uyanarak kayalıkların arasından aşağıya inip denize girmek ise ayrı bir keyif. Ancak iniş sırasında taşlar hareketli ve kaygan olduğu için dikkatli inmek gerekiyor ve hatta mümkünse terlik ya da çıplak ayak yerine lastik ayakkabılarla inmek çok daha iyi. Sık ağaçların arasından inişinizi gerçekleştirdiğinizde sanki size özelmiş gibi küçücük koydan durgun denize girmenin keyfini yaşıyorsunuz. Kayalık bir alan olduğu için denizden çıkarken her an yanı başınızda bir yengeçle karşılaşmanız mümkün. Ama inanılmaz güzellikte olan manzaranın içinde olmak duygusu her şeye değer...
yazı ve Fotoğraflar: Gönen Gerzile

Ege'de dini bir merkez; Meryem Ana Evi

Bugün İzmir-Selçuk yolu üzerinden gidilen Meryem Ana ören yerine harabeleriyle meşhur Efes'in üzerinde yer alan dik yokuşu çıkarak ulaşılır. Oldukça dar bir yol olan yokuşu tırmanırken arabanızdan gördüğünüz ucu bucağı olmayan manzara karşısında nefesinizi tutma ihtiyacı hissedersiniz. Her ne kadar durup manzaranın güzelliğini seyretmek istesiniz de çok dar ve dik olan yokuş buna izin vermez. Ve kendinizi doğanın temiz ve serin havasına eşlik ederek giderken bulursunuz. Açık pencerelerden içeriye giren rüzgar, arabaların geniş bir alana girmesiyle son bulur. Ancak çok geniş bir mekan üzerine kurulu olan Meryem Ana ören yerinin büyülü atmosferi sizi hemen sarıp sarmalar. Güneşli bir havada çıktığımız bir gezide Meryem Ana Evi’ni ziyaret etme şansını elde ettik. Ve.. Büyük ve ulu ağaçların arasında kaybolmuş kendi halinde yaşayan bir kent profili çizen bu mekanın etkisine kapılarak kendimizi bu düzgün ve özenli mekanın park alanında buluveriyoruz.
Sonra uzun ve yorucu bir yolculuk sonrası gelinen geniş meydanda araçlarımızı bırakarak yürümeye başlıyoruz Bu yol üzerinde turistler için hazırlanmış Meryem Ana ve Hz. İsa'ya ait aksesuarların yanında çeşitli dini kitaplar, bölgedeki tarihi yerlere ait küçük heykellerin sunulduğu küçük bir hediye dükkanı ve de bir cafe yer almakta. Her şeye rağmen oldukça sessiz bir mekan olan bu yerin az ilerisinde tarihi görüntüler karşımıza çıkıyor. Bu görüntülerin en belirgin olanı Meryem Ana'nın evine gelmeden önce bir meydanın ortasında duran büyük, yuvarlak bir çukur. Anahtar deliğini andıran bu çukur, tur rehberlerinin açıklamalarına göre, eski dönemlerde kullanılan bu geniş toplantı (Atrium) meydanının havuzu. O dönemlerde dar olan kısımda yer alan merdiven, zaman içinde yok olarak hiçbir yerden iniş ve çıkışlı mümkün olmadığı derin bir çukur olarak günümüze kadar gelmiş.
Daha sonra Meryem Ana'nın Evine giden levhaları takip ederek yol alyoruz. Ağaçlıklı bir alan olan bu yol üzerinde bir kaç dile çevrilmiş Meryem Ana Evi başlıklı büyük tabelalarla karşılaşıyoruz. Bu büyük levhalarda; eve ait bilgiler, Hz. İsa hakkında kutsal kitaplara geçmiş olaylar ve Meryem Ana ile beraber bu bölgeye gelen St. Jean'la ilgili tarihsel durumlardan bahsedilmekte. Öte yandan Burada yapılan dini törenler hakkında da yazılar bulunmaktadır.
Yol üzerinde olan Meryem Ana’nın tunçtan yapılmış bir heykelinin az ilerisinde pazar günleri yapılan ayin alanı bulunuyor. Burada her yıl 15 Ağustos'ta din adamlarının ve ziyaretçilerin katılımı sonucu gerçekleşen geleneksel bir ayin düzenlendiğini ve Meryem'in göğe yükselişini, Allah’ın vahiy yoluyla dile getiren Hz. İsa hakkında konuşmalar yapılarak ilahiler okunduğunu öğreniyoruz.
Bu yolun sonunda Meryem Ana’nın evi olan "Haç planlı ve kubbeli" olarak biçimlenmiş küçük bina, kocaman ağaçların dalları arasında bir minyatür edasıyla karşımıza çıkıyor. Her yeri taş olan bu tek katlı bina, çeşitli kaynaklara göre; yüzyıllar önce, insanlar tarafından babası belli olmayan bir çocuk doğurduğu için aşağılanan Meryem Ana'nın son dönemlerini yaşamak üzere geldiği sırada St. Jean tarafından inşaa edilmiş olduğu vurgulanır.
T konumunda olan evin iki ayrı kapısı ve kapıların üzerinde hafif tonozlar yer almaktadır. Bu dar alandan geçerek içeriye girildiği zaman küçük bir mekanla karşılaşıyoruz. Oldukça dar ve küçük bir mekan olan bu odanın içinde her iki tarafında mum yakılması için düzenlenmiş dilek bölümleri ve kapının tam karşısına denk gelen duvarda ise Meryem Ana'nın oğlu Hz. isa ile olan resmi yer alıyor. Duaların yapıldığı bu mekanın sessizliğine uyum sağlayan insanlar dileklerini tuttuktan sonra usulca Meryem Ana'nın yatak odası olarak bilinen diğer bölümünden geçerek dışarı çıkarlar. Sonra evin hemen yanında yer alan ve M.S. 4. yy'da yapıldığı sanılan kilisenin önündeki merdivenleri kullanarak Meryem Ana Evi'nin altından geçen şifalı sudan içmek için bir alt katta bulunan alana iniyoruz. Suyumuzu içtikten sonra oldukça serin ve yemyeşil bir ormanın içinde olmanın verdiği huzurla bu mistik dünyadan ayrılmak üzere park alanına doğru ilerliyoruz. Ve arabalarımızdaki yerlerimizi alıyoruz. insanın içini saran bu büyülü atmosferden aşağıya inerken yüreğimizde varolan dileklerimiz, dualarımızla birleşiyor ve yüzümüzdeki tebessümle yeni mekanlara doğru yol alıyoruz..
yazı: Gönen Gerzile fotograf: http://www.phototukey.netten/ alınmıştır.

İzmir'de eski bir han; Kızlarağası Hanı

Eskinin gizemli dünyasını günümüze kadar taşıyan bu mekan, İzmir’deki ticari potansiyeli çok iyi tanıdığı ve bu kentteki ticari bağlantıları çok iyi olan ve I. Mahmut’un Kızlarağası olan Hacı Beşir Ağa tarafından yaptırılmıştır.
Çeşitli yerlerde camii, medrese, tekke, kütüphane, çeşme... yaptırmış olan Hacı Beşir Ağa, 1744 yılında unvanı olan Kızlarağası adıyla bu hanı yaptırmıştır.
Büyük Hisar Camisinin önündeki 4000 metrekarelik bir alan üzerinde oturan Kızlarağası Hanının giriş kapısının duvarında Osmanlı İmparatorluğu döneminde yazılıp monte edilmiş bir kitabe yer alır.
Bugünün Türkçe’siyle;
İnşa Kitabesi
“ Ülkeler fetheden Padişah Mahmut Han uygun görse
Darü’ş – şerefine yakışır böyle büyük bir Ağa seçse
Himmeti yüksek parlak görüş sahibi Hacı Beşir Ağayı
Bu güzel han binasını o eli açık kişi yaptırdı.
Tarih düş dese ne ola bu dünyayı süsleyen mısra
Hakka uygun bu güzel yerde yeni han bina edildi.”
Diyerek şair, tarih düşürdü. Sene 1744
18. yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu döneminin en önemli liman kentlerinden biri olan İzmir, yüzyıllar boyunca doğu kültürünü batıya taşıyan ipek yolunun son duraklarından biriydi. Böyle önemli bir kentin etrafında yer alan hanlar, kervanların güvenliğini sağlamak amacıyla gerçekleştirilmiş korunaklı binalar olarak yapılıyordu. Bu binaların içleri; yolcuların yatabileceği odalar, eşyaların konabileceği depolar, hamamlar, ahırlar, ve avlu içinde yer alan mescitler olarak düzenleniyordu.
Osmanlı İmparatorluğunun özgün eserleri arasında sayılan Kızlarağası Hanı ise, Osmanlı mimarisinde az rastlanan bir plana bağlı kalınarak, “kareye yakın dikdörtgen, açık bir avlu etrafında iki katlı ve altı kapılı” olarak inşa edilmiş. Başlangıçta konaklama ve depolama olarak kullanılan bu hana, doğunun gizemli yollarından yorgun develerin sakin yürüyüşleriyle batıya taşıdıkları nadide ipek ve halıları indirilirmiş. Bu indirilen yüklerin bir kısmı ihraç edilmek üzere depolara kaldırılırken bir kısmı da satışa sunulmak üzere üst kattaki alışveriş dükkanlarına yerleştirilirmiş. Hanın büyük demir kapıları sabahın en erken saatlerinde açılır, havanın kararmasıyla birlikte kapanırmış.
Zamanla İzmir’de ki tüccarların ticari ilişkilerinin gittikçe artması nedeniyle hanın etrafında yer alan ve yaptıkları işlere göre adlandırılmış olan Bedestenler – “Cevahir Bedesteni”, “Çuha Bedesteni”, “Bakır Bedesteni” de hana dahil edilir. Böylece Bakırcılık, Kürkçülük , Hurdacılık , Bakkallık ... yapılan dükkanlar sayesinde han, Pazar ve ticaret merkezi olarak kullanılmaya başlanır. Bedestenler o günden beri ara geçitler sayesinde hanın avlusuna bağlanıyor.
Yıllar sonra sanayinin gelişmeye başlamasıyla birlikte kentte değişim ve gelişim süreci içine girmeye başlar Dolayısıyla ticaret de eski önemini yitirir. Bundan kısa bir süre sonra hanın hemen önünden geçen deniz, kentin genişleme projesine dahil edilerek, doldurulma işlemine tabii tutulur. Böylece bir zamanlar önünden salınarak geçen gemileri seyreden Kızlarağası hanı, sahile 200 m kadar uzak kalır. Ve oynak bir zemin üzerinde bulunduğu için de heyelan nedeniyle çeşitli sarsıntılar geçirmiş ve değişik tarihlerde bazı bölümleri ciddi zararlara uğramıştır. Bu nedenle 1989 ve 1993 yılları arasında İzmir Büyük şehir Belediyesinin desteğiyle orijinal özelliklerine bağlı kalınarak geniş çaplı bir restorasyon geçirerek bugünkü görünümünü alır.
Bugün bir alışveriş merkezi olarak kullanılan bu görkemli hanın büyük demir kapısından içeri girdiğimiz zaman bir anda dış dünyayı unutuyor ve çok renkli, farklı bir mekanda buluyoruz kendimizi. Beşik tonozlu tavanların altında dolaşırken duvarlara monte edilmiş eski sokak lambaları dikkatimizi çekiyor .Ancak mekanı daha iyi aydınlatabilmek için dükkanların içine ve dışına florasan lambaları konulmuş olduğunu fark ediyoruz .. Uzun ince koridorlarda yürürken dükkanların dışına taşmış, kilimler, takılar, yastıklar, antikalar, nargileler ve daha pek çok objelerle karşılaşıyoruz. Havaya sinmiş tütsü kokularının arasında ilerlerken hanın büyülü atmosferinde kayboluveriyoruz.
Oldukça büyük ve bir çok küçük oldalardan oluşan bu mekanda dolaşırken bu hanin içinde aslında 200 adet dükkan olduğunu ve bu dükkanların 58 tanesinin Vakıflar Genel Müdürlüğüne, 140 tanesinin, Kooperatif ortaklarına, 2 tanesinin de konak Belediyesine ait olduğunu öğreniyoruz aydınlatma sistemi yine, nostaljik görünüm sağlaması amacıyla duvarlara sadece eski sokak lambaları monte edilerek sağlanmış. koridorda ilerlerken duvara dayanmış büyük ve çok eski bir demir kapı ilişiyor gözümüze. Hikayesini hemen merak ediyor ve öğreniyoruz. Hanın yapıldığı yılarda kullanılırmış bu demir kapı. Ve demir sıcakken dökülüp, ustası tarafından hiçbir kaynak kullanılmadan sadece ve sadece dövülerek işlenirmiş. Ancak yıprandığı ve de çok ağır olduğu için artık günümüzde kullanılmıyormuş. Onun yerine bugün, dükkanları günümüz teknolojisine göre yapılmış kapılar koruyor. Geçmiş zaman kokusunun daha çok hissedildiği bu üst katta bir de heybetli Hisar Camisine karşı oturabileceğiniz küçük, şirin bir kafeterya da var. Burada otururken Hanın etrafını “U” şeklinde dolanan beşik tonozlu dükkanları ve kurşun kaplı çatıyı görünce ilk katta yolumuzu şaşırmamızın nedenini daha iyi anlıyoruz.
Dış dünyadan uzak kendi halinde yaşayan bu mekanın içinde dolaşmak, çay ya da kahve içmek çok keyifli Şehrin gürültüsünden ve hareketliliğinden uzaklaşmak isteyenler için ise kaçırılmaması gereken dinlendirici bir mekan.
yazı ve fotograf: Gönen Gerzile